"eğitim-öğretim sistemleri" "eğitim felsefesi"
Hepimizin zihninde bir iç ses var değil mi? Ya da yok mu? Son bir yıldır insanların içsel konuşmalarını araştırmaya olan ilgim sebebiyle birçoğumuz için iyi ile kötüyü analiz eden, bizi yargılayan, uyaran ve sorgulayan bir sesin hiç susmaksızın düşünce baloncuklarımızın içini doldurmakla meşgul olduğunu fark ettim. Bu ilgi beni, konuyla ilgili gelişimsel ve bilişsel psikolojinin kapsamındaki makaleleri okumaya itti. İçsel konuşmanın dış dünyadan algıladıklarımızı anlamlandırma görevini üstlenen düşünce sistemimizi sözel bir yapı olarak zihinde şekillendirdiğini öğrendim [1]. Ayrıca zihinde içsel bir konuşmaya sahip olmanın bireylerde öz farkındalığı arttırdığına yönelik çıktılar da dikkat çekiciydi [2]. Buradan hareketle bu sesin nereden gelip nasıl işlendiğini anlama isteği beni yine derin araştırmalara yönlendirdi. Bu konunun dil edinimi ile sıkı bir bağ içerisinde olduğunu fark ettikten sonra ise kendimi dilin oluşumu ve gelişimini araştıran çalışmaları analiz ederken buldum [3].
Alan yazındaki kuramları incelediğimde Noam Chomsky, biyolojik olarak bir “dil edinim aracı” ile doğduğumuzu söylerken Skinner ise dili pekişme ile elde edilen tepkiler zinciri olarak ele almıştı [4][5][6]. Ayrıca dilin algılanmasında ve işlenmesinde beynin sesleri algılama, gerekli olanı seçip diğerlerini eleme yaparak bir anlam oluşturma ve bu süreçte bellek ile işbirliği içinde çalışma gibi karmaşık ama bir o kadar da büyülü bir işlem yapısına sahip olduğunu anladım. Bu süreçte dilin düşünce ile olan ilişkisine dair kuramlar zihnimde birçok soru oluşturdu. Her şekilde dilin düşünce ile bir bağlantısı vardı ve bazı kuramcılar bu ilişkiyi dilin insanların algılama biçimini doğrudan etkilediği yönünde savunuyordu [7].
Bu bağlamda diğer birçok görüşü de dikkate aldığımda dilin algımıza ve düşüncelerimize doğrudan olmasa bile bir şekilde etkisinin olduğu kanısına vardım. Hatta bu doğrultuda yapılan deneylerden biri oldukça ilgimi çekti. Araştırmacılar canlı-cansız tüm kavramlara bir cinsiyet ataması yapan dillerden (gendered language) Almanca ve İspanyolca’yı seçerek iki ayrı gruptaki katılımcılardan bazı nesneleri tanımlamalarını istedi. Almanca ’da dişil, İspanyolca ’da eril olan “köprü” nesnesini tanımlamak için Almanca konuşanlar “güzel”, “zarif”, “kırılgan”, “huzurlu”, “hoş” ve “ince” derken, İspanyolca konuşanlar “büyük”, “tehlikeli”, “uzun”, “güçlü”, “sağlam” ve “yüksek” gibi ifadeler kullandı [8]. Buna benzer çıktılardan oluşan birçok araştırma ile şunu anladım: maruz kaldığımız dil farkında olmadan algımızı şekillendiren oldukça etkili bir araçtı ve bu etki hafife alınamayacak düzeydeydi.
Bu etkiyle ilgili aklıma gelen komplo teorilerini dış denetim odaklı düşünce yapısından çıkmak amacıyla savuşturmayı kendime görev edinsem de iç denetim odaklı olmak adına bazı dışsal etkenlerin farkında olmamız gerektiğini düşünüyorum [9]. İçinde bulunduğumuz kültür değişken olma özelliğiyle dili de beraberinde sürüklüyor ve yaşam boyunca her an yeni bir kavram ile tanışıyoruz. Bu noktada etrafımıza bakıp nelere maruz kaldığımızı görmenin ve onların dilini çözmenin düşüncelerimizin şekillendiriliyor olduğu gerçeğiyle yüzleşmemizi sağlayacağını düşünüyorum. Dolayısıyla zihnimizin çiplerle veya radyasyon dalgalarıyla kontrol edilebileceği teorilerini bir kenara koyup bu yazıda çok daha gerçek ve yakınımızda olan uyaranlara odaklanacağız: maruziyetlerimize.
Nelere maruz kaldığımızı veya kendimizi nelere maruz bıraktığımızı anlamak için günlük rutinimize bir göz gezdirmek yararlı olacaktır. Her gün düşünmeden yaptığımız eylemler neler? Sosyal medyada ne kadar vakit geçiriyoruz, ne sıklıkla şarkı dinliyoruz veya haber okuyoruz gibi birçok soruyu kendimize sorarak algı çerçevemizin sınırlarına erişebiliriz. Böylece zihnimizde dönüp duran Reels videolarına, ruh halimize göre oluşmuş Spotify listelerine, takip ettiğimiz hesapların hikâyelerine kendimizi ne sıklıkla maruz bıraktığımıza bakarak farkındalık kazanmak için ilk adımı atabiliriz. Ayrıca vakit geçirdiğimiz mecraların işleyişini anlamak da bu adımı destekleyecektir diye düşünüyorum. Çeşitli uyaranlar bir uygulama aracılığıyla izlediğimiz videoların süresi, dinlediğimiz şarkıların sözleri, okuduğumuz yazıların dili gibi detaylar gözetilerek akışa sunuluyor. Tüketmeye hazır hale gelmiş bizler ise içsel bir konuşma süreci geçirmeden, yani düşünmeden atik bir dürtüsellikle bu uyaranları alıp zihnimize işliyoruz. Bu durum ise giderek kanıksadığımız bir davranışa dönüşerek çağımızın güncel sorunlarını besliyor. Örneğin, Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezlerinin 1997’den itibaren yayınladığı veriler günümüze kadar incelendiğinde giderek artan bir DEHB ’nin (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) baş gösterdiğini görüyoruz [10]. Ayrıca, dikkat süremizi ele geçirmekle birlikte kendimizi maruz bıraktığımız bu uyaranların değer yargılarımızı şekillendirmekte de etkili bir araç olduğunu düşünüyorum. Hayatında bir amacı, değeri olan ve düşünüp sorgulayarak iradi yetilerini kullanan insan sureti giderek daha esnek ve yönlendirilebilir bir kıvama geliyor ve daha önce bahsettiğim gibi çiplerin kontrolüne gerek kalmadan birçok mecra düşünce yapımızı şekillendirmek için sinsi bir araç olarak görevini yerine getiriyor.
Ebeveyn tarafından bildirilen DEHB tanısı olan çocukların yıllar içerisinde değişen yüzdeliği [10]
Öte yandan yaşamda karşılaştığımız birçok zorluk ile mücadele etmede de bu araçları kullanıyoruz, hatta bu zorluk fiziksel bir acı olsa bile. Örneğin, Frontiers in Pain Research dergisinde yayınlanan bir çalışmada hafif ağrı verici bir uyarana maruz bırakılan katılımcılar sevdikleri şarkıyı dinlediklerinde kontrol grubuna göre anlamlı derecede daha az ağrı hissettiler [11]. Burada dilin düşünceye etkisini, dinlediğimiz şarkılarda kendimizi maruz bıraktığımız kelime kalıplarını da gözeterek dikkate almakta fayda var. Bir ihtiyacımızı karşılarken düşünce sistemlerimize sinsice işlenen uyaranların bazen farkında bile olamıyoruz. Bununla birlikte benliğimizi şekillendirecek uyaranları bizzat kendimiz de farkındalıkla seçebiliyoruz. Bu durum, girişimci ve yazar Jim Roh’nun en çok vakit geçirdiğimiz 5 kişinin ortalaması olduğumuz söylemine paralel olarak takip etmeyi seçtiğimiz profillerin de ortalaması olabileceğimiz sorusunu akıllara getiriyor [12].
Nihayetinde, bu konuyla ilgili cevaplanması gereken diğer birçok sorunun varlığı şunun farkına varmamı sağladı: neredeyse her gün etkileşim içinde olduğumuz sanal dünya artık dışarıda değil içimizde, zihnimizde… Buna rağmen kontrolün hala bizde olabileceğine inanıyorum. Nasıl mı? İç sesimize sahip çıkarak, yani durup düşünerek ve sorgulayarak! Çünkü irademizi ne kadar devreye sokarsak dürtülerimiz bizi o kadar ele geçiremez ve böylece kontrol edilebilir bir zihin mekanizmasının esiri olmaktan kurtulmuş oluruz.
Morin, A. (2012). Inner Speech Encyclopedia of Human Behavior.
Morin, A. (2005). Possible links between self-awareness and inner speech theoretical background, underlying mechanisms, and empirical evidence. Journal of Consciousness Studies, 12(4–5), 115–134.
Fernyhough, C., & Borghi, A. M. (2023). Inner speech as language process and cognitive tool. Trends in cognitive sciences.
Chomsky, N. (1957). Syntactic structures. The Hague: Mouton.
Skinner, B. F. (1957). Verbal behavior. New York: Appleton-Century-Crofts.
Santrock, J. W. (2015). Yaşam boyu gelişim: Gelişim psikolojisi (G. Yüksel, çev.). Ankara: Nobel. s.169.
Hunt, E., & Agnoli, F. (1991). The Whorfian hypothesis: A cognitive psychology perspective. Psychological Review, 98(3), 377.
Boroditsky, L., Schmidt, L., & Phillips, W. (2003). Sex, Syntax, and Semantics. In Gentner & Goldin-Meadow (Eds.), Language in Mind: Advances in the Study of Language and Cognition. MIT Press: Cambridge, MA.
Rotter, J. B. (1966). Generalized expectancies for internal versus external control of reinforcement. Psychological Monographs: General and Applied, 80(1), 1–28.
Centers for Disease Control and Prevention. (2023, September 27). ADHD throughout the years. Centers for Disease Control and Prevention. https://www.cdc.gov/ncbddd/adhd/timeline.html#print
Valevicius, D., Lépine Lopez, A., Diushekeeva, A., Lee, A. C., & Roy, M. (2023). Emotional responses to favorite and relaxing music predict music-induced hypoalgesia. Frontiers in Pain Research, 4, 1210572.
Rohn, J. (2012). The keys to success. Brolga Publishing.