Dil, Toplum, Akıl, Kalp, Medeniyet, Anlam
Bir önceki yazımda sizi “akıl ve kalp ne demekti?” sorusuyla baş başa bırakmıştım. Akıl ve kalp kelimelerinin psikoloji dünyasına yansımaları ve etkilerini incelemeden önce kelimelerin taşıdığı anlamlarla ve kökenbilimiyle konuya giriş yapmak istiyorum. Kalp kelimesi, gövdebilim terimine göre “yürek” anlamını taşıyor. Arapça “glb/قلب” kökünden türemiştir. Anlamı ise bir şeyi ters çevirmek, devirmek, bir şeyi bir şeye değiştirmek gibi anlamları taşır. Kalp kelimesini gündelik hayatımızda oldukça farklı bir şekilde kullandığımızı görüyorum. Bizler için biyolojik özelliğiyle belirgin. Bir de akla bakalım. “Akıl” kelimesi kullanılan anlamıyla “bellek” olarak ifade edilir. Arapçada “agl/عقل” kökünden gelir ve “kontrollü düşünme yeteneği, sağduyu, itidal” sözcüklerinden alıntı olduğu bilinir. Aynı zamanda “dizginledi, gem vurdu” ve “akıl süzgecinden geçirdi, akıl yürüttü” gibi ifadelerle aklın sahip olduğu özellikler anlamına sirayet etmiştir. Gündelik yaşamımızda ise akıl, zekâ, beyin kelimelerinin anlamları karıştırılmakla birlikte sıkça birbirleri yerine kullanıldığına şahit oluyoruz. Akıl ve kalp kelimeleri özelinde ilerlesek de gündelik yaşamımızda birçok kelimeyi taşıdığı anlama uygun değil yaygın anlamına göre kullanıyoruz. Sahi, neden yapıyoruz?
Kökenbilim, kelimelerin köklerini; hangi dile ait olduklarını ve ne zaman ne şekilde ortaya çıktığını bizlere aktarır. Biz insanlar ve kelimelerin en büyük ortak noktası; fıtrattır. Kelimelerin taşıdıkları fıtratları vardır ve ona uygun şekilde kullanılmak isterler. Uygun kullanım yolu ise dildir. Dilimiz, kelimelerimiz, cümlelerimiz bize dair birçok şeyi ifade eder. Mesela yakın çevremde sık sık olumsuz kelime kullanan tanıdıklarıma dikkat ederim. Siz de şöyle bir düşünün. Sık sık olumsuz kelimelere yer veren, olumsuz ihtimallerden söz eden, yeni bir işe başladığında kötü ya da sıkıntılı gideceğini varsayan insanlar vardır. Aslında ihtimaller dünyasında uyuyan sınırsız ihtimalden olumsuz olanların kapısı çalıp gelmelerini söyler o kişi. Geldiğinde ise “bak geldi” der çaldığı kapının açılmasına sitem ederek. İşte bu kişilerin hayat döngüsüne birkaç adım uzaktan baktığımızda depresif karakterini, olumsuz yaşam deneyimlerini, geleceğe yönelik karamsarlığını; sarf ettiği kelimelerin sahip olduğu anlam dünyasında yaşıyor olmasından anlıyoruz. Yani karakterimiz de dahil kendimizle ilgili birçok şeyi kullandığımız kelimelerle karşımızdaki kişinin bizi okumasına açarız. Dilimiz, içinde yaşadığımız anlam dünyamızı yansıtan bir tablodur. Tablonun içindeki renkler, sahip olduğumuz; taşıdığımız, yüklendiğimiz, hayat felsefemiz ve hayalini kurduğumuz her şeydir.
Kendi dünyamızdan baktığımızda görünen tabloyu biraz büyütelim mi? Mesela bir toplumdan bakalım o tabloya. Bir medeniyetten bakalım. Ya da tabloya bakalım ve toplumu görelim. Hangi anlam dünyasında yaşadığını görelim. Anlam dünyasında sahip olduğu özellikleri görelim. Dinini, kişiliğini, samimiyetini ve nezaketini görelim o tablonun renklerinden. Renklerin tonu, yer yer koyuluğu veya açıklığı bize toplum adına birçok fikir verecektir. Mesela renk tonlarının çeşitli ve yüksek oranda koyu olarak kullanılması bize o toplumun anlam dünyasının zengin ve derin olduğunu gösterebilir. Şimdi başa dönelim ve tabloyu küçültelim. Zengin ve derin bir anlam dünyasında yaşayan toplumun kullandığı dilin de aynı özellikleri taşıdığını söylemek oldukça kolay. Bu özellik bize o toplumun kelimenin fıtratına sahip çıktığını ve kelimenin sahip olduğu özelliğe uygun kullandığını düşündürecektir. Rengarenk bir tabloya sahip olan toplumlar biliyorlar ki dil, o tabloyu korumanın tek yoludur.
Farsça, Arapça ve diğer doğu dilleri anlam zenginliğiyle bilinir. Gündelik hayatımızda kullandığımız birçok kelimenin Farsça köküne ait olduğunu hemen hemen hepimiz biliyoruz. Bilinen önyargılar ve siyasi karışıklıklar şöyle dursun, İran’ın bir tablosu olsaydı eminim bu gözlerimizin renge doyduğu, canlı ve yoğun bir tablo olurdu. Sahip olduğu dil yapısıyla birlikte taşıdığı anlam zenginliğini filmlerinden, şiirlerinden, bestelerinden ve ince işçiliğe sahip çeşitli mimari yapısından anlayabiliyoruz. Bu zenginliği ortaya çıkaran etken ise din oluyor. Diller, dinlerin yayılması için ortaya çıkmıştır. Çünkü insan dini yaşamak üzere geldiği bu dünyada diliyle hayat bulur. “Dil, varlığın evidir.” der Heidegger. Bu sebepledir ki var olan her şeyin bir dili vardır. İnsan olmanın bir dili olduğu gibi, hayvanların bir dili, sevmenin bir dili, yardım etmenin dili, bir işi yapmanın dili gibi ortaya çıkış şekilleri vardır. Müslüman olmanın dilini ise Abdurrahman Arslan şöyle ifade eder: Arapça, İslam’ın ve Müslüman zihnin evidir. Yani yaşam ve dil iç içedir. Öyle ki Arapçanın sahip olduğu anlam derinliği, o dilin yaşama bakışını yansıtır. Harekelerin geliş yerlerine göre kelimelerin değişmesi, yaşadığımız olayların ayrıntısına gösterdiğimiz dikkati temsil eder sanki. Şiirsel özelliği, sanat ve ruhun ilişkisini; kelimelerin yer yer yumuşak geçişi yer yer sert bitirişleriyle hayattaki tüm iniş ve çıkışları resmeder.
Dilimiz, sahip olduğumuz her şeyi yansıtma aracımızdır. Tahrip olan dil ise bizi eksik yansıtmasıyla birlikte özünü kaybederek tahribatımıza ortak olacaktır. İçi boşalan anlam dünyası yerini sönük ve sığ renklere bırakacaktır. Dikkatimizi çekmeyen renkler artık kendine baktırmayarak anlamından da uzaklaştıracaktır. Ne anlamaya ne anlatmaya ne de anlaşılmaya dair bir çabamız kalmayacaktır. Yaşamımız boyunca aradığımız anlam ise yalnızca kalpte hissedilir. Anlatmak kalbin derdidir. Anlaşılmak kalbin ihtiyacı… Kavramak aklın değil, kalbin maharetidir. Gören göz değil kalptir. Duyan kalp… Kısaca tüm yollar kalpten kalbe kurulur ve dil bu yolun kaldırımını döşer.
Sonraki yazılarımda görüşebilmek dileğiyle iyi okumalar dilerim.
https://www.nisanyansozluk.com/kelime/akıl#
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/912156#:~:text=Heidegger%20“Dil%20varlığın%20evidir.”,ve%20varlıkla%20ilişkisine%20vurgu%20yapmaktadır.
Sözler ve İzler – Savaş Ş. Barkçin
Dünyaya Müslümanca Bakmak – Abdurrahman Arslan